29 Mayıs 2006 Pazartesi

Çilekli Pandispanya

(Pandispanyanın diğer resmini yüklerken bir problem oluştu. Halledebilirsem onu da ilave edeceğim.)

10 numaralı yemek etkinliğine bu tarifle katılmayı planlıyordum ama yetişmedi. Hanife'nin Çilekli ve Pudingli Pizza'sını okuduktan sonra dayanamayıp hafta içi aldığım çilekler ile bu tarifi yaptım. Pandispanyası son derece hafif ve lezzetli, sunumu son derece gösterişli oluyor. Tarifi "Yemek Zevki" dergisinin Mayıs 2000 sayısında görmüş, denemiş ve beğenmiştim. Her sene çilek zamanı mutlaka yapıyorum. Ancak orjinal tarifte kullanılan margarin yerine ben tereyağ kullanıyorum. Ayrıca sade un yerine kekun ile çok daha güzel bir sonuç elde ediyorum. Evde file badem olmadığı için bu sefer süsleme biraz eksik kaldı ama lezzeti yerindeydi doğrusu.


Malzemeler

Pandispanyası için:
3 yumurta
6 yemek kaşığı toz şeker
7 yemek kaşığı sade kekun
100 gr eritilmiş tereyağ
Yarım limonun suyu
1 çay kaşığı kabartma tozu
1 adet limon kabuğu rendesi
Kreması için:
1 su bardağı çilekli süt
2 yemek kaşığı toz şeker
1 yemek kaşığı dolusu un
30 gr tereyağ
1 paket vanilya
+ Süslemek için file badem

Yapılışı
3 yumurta ile 6 yemek kaşığı toz şekeri mikserle 7-8 dakika çırpın (Ben yüksek hızda 6 dakika çırptım). Kekunu, eritilmiş, soğumuş tereyağını, limon suyunu, kabartma tozunu ve limon kabuğu rendesini ilave edip karıştırın. Karışımı yağlanmış 24 cm'lik tart kalıbına döküp 170 derece fırında 20 dakika pişirin.
Kreması için çilekli süt, toz şeker, un, tereyağ ve vanilyayı iyice karıştırıp, orta ateşte koyulaşana (fokurdamaya başlayıncaya) kadar pişirip soğumaya bırakın.
Pişmiş olan pandispanya ılındığında üzerine kremasını eşit miktarda yayın. Resimdeki gibi çilekleri yelpaze biçiminde açarak üzerine dizin ve file bademle süsledikten sonra 2 saat dolapta bekletin. Çilekli pandispanyanız servise hazırdır. Afiyet olsun...

26 Mayıs 2006 Cuma

"İtina" üzerine...

Küçük Evin Mutfağı son zamanlarda gezi rehberine döndü sanki. Sevgili Hatice "tariflerini özledik" demiş. Haklı da... 19 Mayıs'ta biz yine yollardaydık ama biraz utandım artık "yine gezdik biz, bakın bir de buralara gittik" demekten galiba.
Aslında 19 Mayıs'ta güzel bir tatil yaptık ama ben bu tatilde dikkat ettiğim çok farklı bir noktayı, biraz da Küçük Evin Mutfağı'nı ilgilendiren bir bölümünü yazmaya karar verdim.
3 günlük tatilimiz süresince kaldığımız butik otelin kahvaltı büfesi bu gördüğünüz resim. İlk bakışta size bir şey ifade etmeyecektir. Haklısınız... Benim bahsedeceğim konu da detaylarda gizli zaten.
Bundan 7 sene evvel ilk gittiğimizde de aynen böyle bırakmıştık bu kahvaltı büfesini. Her gidişimizde, vakumlanmış minik cam kavonozlardaki ev yapımı çeşit çeşit reçelleri, küçük cam kaplarda mayalanmış yoğurtları, buzlar üzerinde herbiri aynı boyda kesilmiş tereyağları, Guzzini kaplarda özenle servis edilen peynir ve şarküteri ürünleri, taptaze meyveleri ve sabahın o loş ışığını aydınlatan mumlarıyla bu butik otelin standartlarını her daim koruduğunu görmek farklı bir güven duygusu vermiştir bizlere. Özenle verilen hizmet karşılığını fazlasıyla alıyor. Bu küçücük otel yaz kış hiç boş kalmıyor.
Gezdikçe gördükçe ne kadar güzel bir ülkede yaşadığımıza her defasında tekrar şahit oluyorum. Ne kadar şanslıyız. Ama maalesef millet olarak "özensiz" ve "baştan savmacı" bir anlayışa sahibiz ve bu Allah vergisi güzellikleri işlemeyi bilmiyor, beceremiyoruz.
Özen insanın kendisinden başlıyor ilk olarak. Temizliğine, dış görünüşüne öncelikle "kendisi için" özenmek ilk basamak. Daha sonra kişinin evine, ailesine, çevresine, işine gösterdiği özenle pekişiyor bu kavram. Özenli olmak baştan savmacılığı bertaraf ediyor. Göze, ruha dokunuyor zira.
Özenin parayla pulla da ilgisi yok. İnsanın içinden gelsin yeter ki. Küçücükte olsa balkonuna koyduğun 2 saksı sardunya bile havasını değiştiriyor o evin. Ne kadar çok çeşit olursa olsun, sofra baştan savma oldu mu lezzet tek başına tamamlayamıyor o sofrayı, eksik kalıyor birşeyler.
Özenmek aynı zamanda "mal kıymeti" kavramını da beraber getiriyor. Sahip olunana iyi bakmak, onu özenle uzun yıllar korumak. Hangi ünlü mağazadan aldığınız pahalı bir masa örtüsünü annenizin, ananenizin çeyizinden kalma bir başkasına tercih edersiniz?


Ananemin deyişiyle "itina etmek" lazım bu hayatta. Kendimize, evimize, ailemize, çevremize... veeee tabii ki sofralarımıza, mutfağımıza.
Sağlıcakla kalın...

17 Mayıs 2006 Çarşamba

Bir başkadır İstanbul...


Cumartesi bir kaç alışveriş ertesinde havanın da sonunda açmasını fırsat bilip kendimizi boğaza attık. Sarıyer'den vapura binip Anadolu Kavağı'na balık yemeğe gittik. Vapurda yunuslar bize eşlik ettiler. Bu resimde de tesadüfen bir yunusu farketmeden yakalamışım...
Rumeli Kavağı yolumuzun üstü...
Anadolu Kavağı geçmişin izleriyle dolu. Halkı balıkçılıkla geçimini sağlıyor. Evler eski ama bakımlı ve son derece şirin. Burada insan kendini başka bir alemde hissediyor.
Gün batımında yorgun balıkçı tekneleri... Kimbilir kaç ailenin geçim kaynağı. Kavakta yemek pek başarılı değildi ama atmosfer o kadar etkileyiciydi ki biz yine dönüş yolunda mutlu bindik 21.15 vapurumuza.

15 Mayıs 2006 Pazartesi

Ev Ödevi + Kırpıntı Böreği = Pazar Keyfi

Yok yok... Mümkünatı yok biz kilo falan veremeyeceğiz. Pazar günü eşimin de bütün bir hafta yaptığı iş seyahatleri sonrasında pilinin bittiğini, trafiğin dışarda ne denli çıldırtıcı olduğunu ve bahçemizin nasıl güzel olduğunu hesaba katarak Pazar gününü evde geçirmeye karar verdik. Pazar kahvaltısı ardından gazeteler okundu, çaylar içildi. Anneler günü için ailenin tüm anneleri teker teker arandı, sohbetler edildi. Bahçede çimler biçildi ve ilk gübreleri verildi.

Baktım saat ikiyi geçiyor, "haydi" dedim içimden "akşamüstü çayı için şu dolapta bekleyen 3 yufkayı değerlendirip sevgili Tijen'in verdiği ev ödevini artık bir yapayım".

Tijen yaratıcılıktan bahsetmişti geçen hafta yazısında ve benim tarifsiz bir kek bile yapamadığımı okuduğunda bana ilham verici bir ödev vermişti. Eğlencelik, biraz düşünmelik heyecanlı birşeyler olsun diye düşünmüş Tijen. Sağolsun, hakikaten tam da onun arzu ettiği gibi oldu ilk tarifsiz kek deneyişim. (Bu arada Tijen'ciğim, pekmeze limon kabuğu rendesi pek bir yakışıyormuş. Kuru üzümü bulsaydım o da elimden kurtulamayacaktı ama neyse...)
Ben sevgili Tijen'in içine şeker yerine pekmez koyarak pişirdiği keki tamamen tarifsiz ve tamamen içimden geldiği gibi pişirdim. Çok da keyif aldım. Sonuç işte karşınızda... Yorumu size bırakıyorum.

Kek böreksiz olur mu??? Olmaaazzz.. Hele benim gibi böreğe bayılan biri için imkansız. Buzdolabında bir süredir bekleyen yufkaları dağılıp parçalanmasına fırsat vermeden annemin televizyondan izlediği bir kırpıntı böreği tarifiyle değerlendirdim. Hem pratik, hem de çok lezzetli bir börek oldu.

KIRPINTI BÖREĞİ

Malzemeler

3 yufka

3 yumurta

1 bardak süt

1/2 su bardağı çiçek yağı

2 adet irice patates

2-3 kaşık zeytinyağı

1 kase ufalanmış beyaz peynir

maydanoz

tuz, karabiber, pul biber

Yapılışı

Yufkaları yufkacıdan aldığınız şekilde yani üst üste ve katlanmış haldeyken rulo yapar gibi kıvırıp hiç açmadan bıçakla ince ince dilimleyin. Tüm yufkaları dilimledikten sonra bir kez de ortadan ikiye bölecek şekilde kesin.

Yağlanmış diktörtgen borcama yufkaların yarısını yayın. Patatesleri iyice haşlayıp zeytinyağı, tuz karabiber ve pulbiber ile tadlandırıp yufkaların üzerine koyun ve üstüne ufalanmış beyaz peyniri ve maydonuzu ilave edin. Kalan kesilmiş yufkaları üzerine eşit bir şekilde kapatın.

Derin bir kapta 3 yumurta, 1 bardak süt ve yarım bardak çiçek yağını iyice karıştırıp yufkaların üzerine dökün. 180 derece fırında pişirin. Afiyet olsun...

9 Mayıs 2006 Salı

Pazarda ne var ne yok, biraz sohbet, biraz rehavet...

Havalar ısrarla yağmurlu ve kasvetli olsa da ben baharı bir şekilde yaşamak için elimden geleni yapıyorum kendi çapımda. Tijen'in Lezzet dergisinde çıkan yazısını okuyup bir heves Cumartesi Pazarı'nda buldum kendimi. Domatesler artık daha bir kırmızı, biberler daha bir yeşil göründü gözüme. Yıkamak biraz zaman alsa da ne kadar faydalı olduklarını düşünerek semizotu aldım bir demet. Bir yandan kayınvalidemle telefonla konuşurken, bir yandan da semizotlarını 8. suyuna falan basmıştım ki, kayınvalidem uyardı beni; "Kızım yeter, o kadar yıkayıp faydalı olan tarafını da götürüyorsun" diye. Haklı ama geçen sene eşimi böbrek taşı sancısı nedeniyle acile kaldırdığım günü hatırlayıp, içinde bir kum tanesi bile kalmasın diye paralıyordum hem kendimi hem de zavallı semizotlarını.
(Bu arada aklıma gelmişken eşimin ablasının Zanussi Yiyecek ve İçecek İşletmeciliği Programı'ndan öğrendiği bir bilgiyi paylaşayım sizlerle. Böyle yeşil yapraklı sebzeleri yıkarken geniş bir leğene su doldurup içine bir miktar sirke ilave edin ve sebzelerinizi bir süre bekletin. Sirke doğal dezenfektan. Aklınızda olsun.)
Haftalık enginarlarımızı bu sefer başka bir pazarcıdan aldım. Zira daha öncekinden son aldıklarım biraz kılçıklanmaya başlamıştı. Bu yeni adam onların "Kıbrıs" enginarları olduğunu ve artık geçtiğini söyledi. İstanbul'un uyanık pazarcıları öyle Tijeninkiler'e benzemez. Malını satmak için doğru mu söylüyor, uyduruyor mu anlayamazsın. Ben de açıkçası söylediklerine fazla rağbet etmeyip enginarları "denemek üzere" satın aldım.
Domates, biber, salatalık, maydonoz, marul, limon derken elim kolum doldu. Bizim pazarın tam karşısında bir de yufkacımız vardır. Dayanamayıp incecik taptaze yufkalardan da 3 tane sardırdım.
Semizotları ve enginarlar acilen pişirildi. Sebzeliğin gerisinde 1 haftadır bekleyen patlıcanlar kızartıldı. (Ama bu son! Patlıcanlar sünger gibi yağ çekiyor. Ananem tuzlayıp kızartırmış yağ çekmesin diye ama ne denesem fayda etmedi. Kat kat mutfak havlularında fazla yağını çektirmeye çalıştım.)
Kapı çaldığında ben de mutfaktan çıkmak üzereydim. Selçuk'ta yaşayan ve 15 günlüğüne İstanbul'a gelen üst komşumuz uğramış çaya. Hemen Tire'den alınan adaçayı çıkarıldı. Sıcak suyla demlenip, limonla tadlandırıldı. Biz de başladık derin bir sohbete. Konu döndü dolaştı Şirince, Meryem Ana ve civar bölgelerin enerji açısından ne kadar yoğun olduğuna geldi. Ben hem Şirince'de, hem de özellikle Meryem Ana'da hissetmiştim ama Nilgün'ün anlattıkları başımı döndürdü. Ege'nin ve özellikle Selçuk ve çevresinin metafiziksel özelliğini ilgiyle dinledim. Aklım bir kez daha oralara gitti. Şirince'deki huzurlu atmosfer geldi aklıma, ürperdim. Meryem Ana'nın dinginliğini içimde hissetim. Bir kez daha gitmek istedim oralara. Gidip kalmak, Ege'li olmak istedim...
Hafta sonu eşim de çalıştığından ne gelen oldu ne giden başka. Hal böyle olunca ben de biraz miskinleşip yorgunluk attım. Mutfağım da öyle bomboş, derli toplu kaldı haftasonu boyunca. Biraz bana yabancı bu durum ama neyse kısa süreli.
Şimdi yufkalarım dolapta, sevgili Tijen'in verdiği ev ödevi buzdolabının kapısında gözümün içine bakıyorlar.

5 Mayıs 2006 Cuma

Serin bir Mayıs akşamından...

Cam güzeline su verir vermez ben resmini çekene kadar çiçeği daha bir açılmıştı sanki...

Kamelyalar hala çiçekler içinde...

3 Mayıs 2006 Çarşamba

Bahar, duygular ve "sardunya"lar...

Şimdi nereden çıktı bu duygusallık diyeceksiniz... Hepsi Sardunya'yı okuduktan sonra oldu.
Bloglarımızda kendimizden, içimizin derinliklerinden koparak, içten, yalın, gerçek bizleri anlatan yazılarımızla hem içimizi sayfalara döküyor, hem bu sayfalarda misafirler ağırlıyor, yemekler pişiriyor, hem de keyiflerimizi paylaşıp daha da artırıyoruz.

Sardunya bir anne. 2 çocuk annesi. Tanımıyorum kendisini ama yazıları derinden etkiledi beni. Hayatın ağırlığını blog'unun sayfalarına yazdıkça hafifletmiş. Belli ki yazdıkça rahatlamış, biraz keyif, bol bol sevgi, biraz da hüzün katmış yazılarına zaman zaman.

Kendi kendime telkinler yapıp duruyorum kaç gündür. Şu üstümdeki hüzünden, dokunsalar ağlamak üzere olma halinden kurtulmak için. Zaman zaman olur bende. Çok güçlü kadın imajının perde arkası galiba. Neden diye sorsanız öyle ipe sapa gelir bir sebep de gösteremiyorum işin tuhafı.

Biraz da bahar mı çarptı beni ne? Her sabah evden çıkarken bahçemdeki taptaze çimleri, bahar dallarındaki rengarenk çiçekleri hüzünle, özlemle seyrediyorum. Özlem var derinden... Yağmurun kokusunu bir bardak kahvede gizli huzurla içime çekmeyi özlüyorum.
İş hayatının somutluğuna tamamen aykırı bir ruh hali içindeyim anlayacağınız.

İşte bu ruh halindeyken Sardunya'yı keşfettim. Sevgili Tijen'in bahar kokan yazılarını okurken linklerinde gördüm Sardunya'yı. Tıkladım ve başladım okumaya.

Sardunya'cım, ne güzel bir blog yapmışsın. Bahaneye bakan ben, tatlı bir hüzünle okudum yazdıklarını. Zaten çok da severim Sardunyaları...

Sevgiler...

Krema Soslu Dana Nuar ve Bademli Pilav

Krema Soslu Dana Nuar

Malzemeler

1,5-2 kg arası bütün dana nuar
2-3 kaşık zeytinyağı
5-6 bardak su
2-3 adet soğan
3-4 diş sarımsak
Tuz, karabiber

Sos için
2 yemek kaşığı tereyağ
1 tepeleme yemek kaşığı un
nuarın suyu
1 küçük çay bardağı çiğ krema (ben kıvamı diğerlerine göre daha yoğun olan Tikveşli marka krema kullanıyorum)
Tuz, karabiber, muscat rendesi

Yapılışı

Dana nuarı bütün olarak zeytinyağında ve harlı ateşte etrafı kabuk tutatcak şekilde çevire çevire kızartın.
Daha sonra başka bir derin bir tencereye alıp, üzerine yeteri kadar su, kabukları soyulmuş bütün halde soğanlar, sarımsak ve tuz karabiber ilavesiyle çok kısık ateşte 3-4 saat pişmeye bırakın.
(Ete kürdan soktuğunuda kırmızı bir sıvı gelmiyorsa pişmiş demektir.)
Et piştikten sonra altını kapatın ve soğumaya bırakın.
Etler iyice soğuduğunda keskin bir bıçak ile parmak kalınlığında dilimleyin ve fırına da girebilecek bir servis tabağına düzgün şekilde dizin.
Sos için tereyağını un ile birlikte bir kaserolde çevirin. Un kokusunu aldığınızda kepçe ile azar azar soğuk halde olan et suyundan ilave ederek meyane çevirin. Koyu boza kıvamında bir sos elde edeceksiniz. Daha fazla sulandırmadan sosun içine kremayı ilave edip iyice karıştırın. Tuz, az karabiber (et suyunda da karabiber olduğu için fazla koymayın), biraz da muscat rendesi koyup ateşten alın. Sos ılındığında etlerin üzerine yayın.
Servis yapmadan önce etleri üzerine alüminyum folyo ile kapatarak sıcak fırına sürerek ısıtın.

Bademli Pilav

Ben pilavı değişik bir usulde yapıyorum ve her defasında güzel bir sonuç elde ediyorum. Suyunu soğuk koyup, mutlaka çiçek yağı ile pişiriyorum. Tereyağını daha az koyuyorum. Böylelikle pilav tane tane oluyor. Etsuyu elimde yoksa tablet etsularından kullanıyorum. Çok sağlıklı değiller ama pilavda lezzeti çok farkediliyor. Genelde pilav tencesinde pişiriyorum ama aşağıda normal tencere ölçülerini verdim. İsteyen olursa pilav tenceresi için gereken ölçüleri de verebilirim.

Malzemeler

1 büyük çay bardağı badem
1 tepeleme yemek kaşığı tereyağ
3 bardak pilavlık pirinç
3 bardak nuarın suyu + 1,5 bardak soğuk su
Çiçek yağ (Yarım büyük çay bardağından biraz fazla)


Yapılışı

Bademleri 1 gece önceden bir kasede üstünü öretecek kadar kaynar suya koyun. (Arkadaşım Solin içine biraz da limon sıkılınca kabuklarının çok daha kolay çıktığını söylemişti.)
Ertesi gün elinizle ovuşturarak kabuklarını çıkarın. 1 kaşık tereyağda bademler açık kahverengi bir renk alana kadar kavurun.
Pirinçleri "tamamen duru su çıkana dek" iyice yıkayın ve süzün. Çiçekyağ ile pirinçleri şeffaflaşana kadar çevirin. Suyunu "soğuk olarak" ilave edin. Tuzunu koyun. Pilavınız göz göz olana kadar altı açık olarak, daha sonra çok kısık hale getirerek, suyunu çekip pişene kadar bekleyin. Ateşin altını kapatın. Daha sonra üzerine kağıt havlu örtüp, tencerenizin kapağını kapayarak dinlendirin. Bademleri çevirdiğiniz yağ ile birlikte pilava karıştırın.
(Bazen pirincin cinsinden koyduğunuz su yetersiz gelebilir. Kağıt havlu koymadan önce pilavın üstünden çatalın ucuyla bir tadına bakın. Pirinçler biraz sert gelirse çok az kaynar suyu pilavın üzerinde gezdirip karıştırmadan biraz daha pişirin)

Afiyet olsun...