Ayva tatlısının içine koyulacak 1 çay kaşığı kakule nerelere götürdü beni... İşte size "nereden nereye" dedirtecek bir hikaye.
Remzi Kitabevi'ne gidip de hangi kitabı alacağına karar verirken, alelacele iliştiği bir koltukta bir elinde kalem ve not defteri (biraz tedirgin) diğer elindeki derginin sayfaları arasında gördüğü tarifi not alan fazla insan yoktur herhalde.
Zekeriyaköy yollarından aldığımız ayvalar buzdolabının sebzeliğinde bir haftadır pişirilmeyi bekliyorlardı. Remzi Kitabevi'nin raflarından rastegele seçtiğim Australian Women's Weekly dergisinde dikkatimi çeken bu tarifi o an denemeye karar verdim.
Ayva tatlısını zaten çok severim. Klasik (ocak üstünde pişen) tarif bence halen en güzel tarif. Ancak fırında pişirilerek yapılan ayva tatlısı tarifinden de nefis bir sonuç aldığımızı söylemeliyim. Tarifte kullanılan kakule'nin ayva tatlısına nasıl yakıştığını anlatamam.
Kakule alma bahanesi ile geçtiğimiz Cumartesi sabahı Mısır Çarşısı'nı ziyaret edip, çeşit çeşit baharat, taze çekilmiş kahve, mis gibi kokan ıhlamur çiçeklerinden alma imkanım oldu.
Erkenden kalktım sabah. Üstüme biraz bol gelen, ama içinde çok rahat ettiğim koyu renk kotumu ve boğazlı kazağımı giyip, kalın montumu geçirdim üstüme ve doğru yollara koyuldum sabahın köründe.
Eminönü sabah erken saatlerde pek bir güzel olur. Birkaç saat sonra o daracık ve bakımsız sokaklardan sel gibi akacak insanlar olmadan, şehrin gerçek ruhunu yakalayabilirsiniz bu saatlerde.
Kış ortasında doğan güneşin tadını çıkara çıkara, Bebek Sahili'nden Beşiktaş'a, oradan Kabataş'a doğru sürdüm arabayı. Sol tarafımda deniz. Masmavi... Öyle bir manzaraydı ki bu, unutulmayacak bir şiirin dizeleri gibi insanı yaşadığı andan koparıp alıyor, adeta bir rüya alemine sürüklüyordu. Yeni uyanan günün bu ilk saatlerinde İstanbul'un üzerine çökmüş olan ince sis Eminönü'nü büyülü bir masal şehrine benzetmişti. Galata Köprüsü'nün her iki kenarında sanki her daim oradalarmış gibi dizili balıkçılar oltalarını yeni doğan güneşin soluk ışıklarına doğru sallıyor, martılar vapurların arkasında kabaran suların üzerinde çığlık çığlığa kanat çırpıyorlardı. Arabayı her zamanki yerime park ettim. "Hoşgeldin Abla" diye karşıladı beni tanıdık simasıyla bir park görevlisi.
Boğaz'ın kendine has kokusu ile karışmış nemli ve soğuk havasını içime çekerek, Yeni Camii'nin avlusunu mesken edinmiş gri renkli güvercinler arasında yürüdüm. Eminönü'nün yaşlı, yorgun, mütevazi ve bir o kadar da emsalsiz ruhuna karıştı ruhum.
Her zaman alışveriş yaptığım dükkanlara uğradım sırasıyla. Mısır Çarşısı'na girip kaybettim yine kendimi baharat kokularının arasında. Sonra o arka sokaklara girdim, hani züccaciyelerin, yılbaşı süsleri ve hediyelik eşyalar satan dükkanların olduğu sokaklara. Kurukahveci Mehmet Efendi'ye uğradım. Taptaze çekilmiş Türk Kahvesi'nden aldım birkaç paket. Ardından Namlı'nın şarküterisine girdim. Çeşit çeşit peynirlerden ama illaki yerli peynirlerden aldım; kahvaltılık lor, Erzincan tulumu, baharatlı Çerkez peyniri... Eee, buraya gelip de almamak olmaz; tabii ki biraz da pastırma.
Asırlık çınar ağaçlarının altındaki kahvede 1 bardak çay içmeyi düşündüm dönüş yolunda ama soğuk vazgeçirdi beni. Bende geri döndüm geldiğim gibi gerçek zamana. Ayva Tatlısı'nın tarifi mi? Onu da başka bir post'a bırakıyorum. Sizi bilmem ama ben yine takılı kaldım İstanbul'a... Pınar